"Bir
zamanlar Sapanca Gölü'nün yerinde verimli topraklar, bu
toprakların üzerinde de zengin, varlıklı bir kasaba varmış. Kasaba halkı
zenginmiş, varlıklıymış ama , gözlerini dünya malı bürümüş, bencillik ve
cimrilik ruhlarını karartmış. Bir gün, Adapazarı'nın güneyindeki Erenler tepesinde oturan, gözünü dünyaya
kapamış, bir eren, kasabaya inmiş. Selâm vermiş, selamını almamışlar, konuk
olmak istemiş, kimse buyur etmemiş. hangi Kapıyı çaldıysa yüzüne kapanmış. Bu
fakir, fakat gönlü zengin dervişe bir bardak içecek su bile vermemişler. Derviş
akşama kadar yorgun-argın, aç-susuz kasabayı terk ederken, uzakta küçük bir
kulübeden sızan mum ışığına doğru yönelirken, 'Bir de bu kapıyı çalayım, belki
bir gönül yoldaşı bulurum' diye düşünmüş. Burası, kasaba halkına sapan yaparak
geçimini sağlayan fakir bir sapancının is yeriymiş. Kapıyı çalmış, az sonra
sapancı güler yüzle konuğuna açmış kapıyı:
Buyurun, hoş geldin, safa
geldin. Ocaktan tencereyi simdi indirdim. Bir konuk göndermesi için Tanrı'ya
niyaz ediyordum, demiş.
Derviş memnun, baş köşeye
oturmuş. Sapancı sofrayı kurmuş, nesi var, nesi yoksa dervişin önüne getirmiş.
Yemekten sonra, içi talaş dolu yatağını sermiş, konuğunu yatırmış. Sabah,
erkenden kalkmışlar. Derviş, Sapancı'dan izin istemiş, Sapancı da onu karşıdaki
tepelere kadar uğurlamış. Dönüsünde bir de ne görsün. Kasabanın yerinde koca
bir göl var. Ne ev-bark kalmış, ne tarla-tapan. Koca göl, hepsini bir anda
yutuvermiş. Kendisinden başka hayatta kimsecikler yok. Dervişin ahı tutmuş,
kırılan bir gönül, bir kasabaya mal olmuş. O günden sonra, bu GöleSapanca adını vermişler."