NUH: BÜYÜK TUFAN
Kabil'in soyundan gelen insanoğlu, kuşaklardır Yaradan'ın çizdiği iyilik yolundan sapmış, dünyanın tüm güzelliklerini ve nimetlerini sonuna kadar emip tüketerek yeryüzünü yaşanmaz hale getirmiştir. Dahası bir parça et için her türlü ahlaksızlık, hırsızlık, cinayet ve kaos normal hale gelmiştir. İnsanlığın bu sefil hali karşısında Nuh rüyasında, Yaradan'ın kendisini yaşanacak büyük bir tufana karşı uyardığını görür. Yaradan ondan büyük bir gemi inşa etmesini ve yeryüzünde yaşayan tüm hayvan cinslerinden bir çift almasını emreder. Bu gemi aynı zamanda ailesinin de tek kurtuluşu olacaktır. Tufanın yaklaşmakta olduğunu öğrenen sapkın insanoğlu ise geminin içine girmek için Nuh'a karşı saldırıya geçecektir....
Nuh Peygamber rolünde Akademi Ödüllü Russell Crowe'u izlediğimiz filmde Crowe'a Jennifer Connelly, Emma Watson ve Anthony Hopkins gibi isimler eşlik ediyor. Epik öğlerin yanısıra fantastik unsurları da bir araya getiren filmin yönetmeni ise en son Siyah Kuğu (Black Swan) filmiyle izleyici karşısına çıkan ünlü yönetmen Darren Aronofsky.
ELEŞTİRİLER - YORUMLAR
Semavi dinleri kaynak alan hikâyeleri, sinemanın kendi diliyle yeniden yorumlayarak bir filme dönüştürmek ve o dinlere iman eden yüzbinlerce insanın “beğenisine” sunmak cesaret işi. Henüz proje yapım/çekim aşamasındayken, din temelli gelecek tepkileri hatta olası sansürleri/yasakları da göğüslemek de ayrı bir mesele. Şüphesiz Darren Aronofsky gibi yeteneği tescillenmiş bir sinema adamı da, ekibiyle yola çıkarken bunların hepsinin farkındaydı. Semavi dinlerde peygamber olarak seçildiğine inanılan Hz. Nuh’un büyük tufan ile imtihanını beyazperdeye taşıyan, Aronofsky imzalı Nuh: Büyük Tufan, ABD’den bir hafta sonra ülkemizde vizyona giriyor; bu coğrafyada muhtemel tartışmaları beraberinde getirerek...
İlginçtir ki sinema tarihinde Nuh’un hikayesini beyazperdeye aktaran çok fazla örnek yok. 1928 tarihli ve büyük tufan ile I. Dünya Savaşı’nı bütünleştiren Nuh'un Gemisi ve 1999 tarihli bir televizyon mini-dizisinden başka bu muazzam öyküyü odağına alan sinema filmi yok; ama tahmin edilebileceği üzere tufanın ve geminin kalıntılarının peşinden giden pek çok belgesel yapımı var. CGI başta olmak üzere, sinema teknolojisinin geldiği son nokta, Nuh’un çarpıcı öyküsünü beyazperdeye adamakıllı aktarabilmeye de fırsat sunuyor.
Filme gelirsek, yönetmenliğin yanı sıra filmin senaryosuna Ari Handel ile imza atan Aronofsky’nin “özgün olanın” peşinden koştuğunu biliyoruz. Az çekiyor, araya zaman, mesafe koyuyor ama sindire sindire çekiyor. 2010 tarihli Siyah Kuğu’nun tadı damağımızdaysa bir nedeni de bence bu; ağır öykülerin sinemacısı Aronofsky, imza attığı özgün işlerin ağırlığını hem kendisi duyumsuyor hem de perdeye bu ruh halini de geçiriyor sanki. Zira, Nuh: Büyük Tufan da başımıza gelen tam da bu. Yönetmen iyi-kötü başını sonunu bildiğimiz bir öyküye, 2 saati aşkın büyüleyici bir görsellikten daha fazlasını yüklüyor. Nuh’un bilindik tufan hikâyesini Tevrat’ı ve İncil’i kaynak alarak senaryolaştırırken, Nuh peygamberi de ‘insanlaştırıyor’.
Âdem’in 3 oğlundan biri olan Şit’in soyundan gelen Nuh, inanışa göre sapkınlaşan kavmini tekrar Yaradan’ın yoluna çevirmek için mücadele verir, onları uyarır. Ama insanlar döndürülemeyecek biçimde öyle yoldan çıkmışlardır ki, en sonunda büyük tufanın geleceği bildirilir ve kendisine kurtarıcı bir gemi yapması için emir gelir. Bilindiği üzere gemiye yeryüzündeki tüm hayvanlardan birer çift biner ve Nuh ailesini gemiye alıp, kurtulmalarını sağlar; insanlığın soyu Yaradan’a iman etmiş bu iyi insanlardan devam edecektir.
İşte bu öykünün özgünleştirilmesi ancak başkahraman Nuh’u ilahi sıfatlardan sıyırıp, zaafları da olan bir insan olarak merkeze oturulması ile mümkün oluyor bir yandan. Aronofsky ve Handel’in senaryosundaki Nuh, peygamber sorumluluğunu tam yerine getirmeden, sapkın kavmini uyarmanın artık mümkün olmadığına kanaat getiren, bazı kararları çatır çatır eleştirilebilecek oldukça inatçı bir insana, hatta sürprizbozan vermeyelim ama finale doğru bir kaybedene dönüşüyor. Nuh: Büyük Tufan filminin eleştirilebilecek yönü varsa birincisi bu özgün senaryo hedefli karakterleştirme eğilimi ve bu eğilimle gelen fazlaca uzun süresi. Sanata seküler yaklaşan bir bakış açısıyla Aronofsky kendi tarzında haklıyken, büyük ihtimalle doğu cephesinden alacağı eleştiri oklarını bu tutumundan dolayı yiyecektir.
Öte yandan göze batan bazı CGI efektlerine rağmen, filmin görsel boyutu yabana atılmayacak cinsten. Kayalar suretine bürünmüş melekler, Nuh’un tufan rüyaları, yeryüzündeki tüm hayvan çiftlerinin göç eder biçimde gemiye akın etmesi ve muhteşem bir düzenle yerleşmeleri, Yaradılış’ın anlatıldığı sekanslar, yoktan var olan orman ve elbette ki yerden sular fışkırarak gelen tufanın kopma anı filmin görsel açıdan tatminkar yanlarıydı. IMAX farkının en çok bu sahnelerin aksiyonlu anlarında seyirciye geçtiğini ifade edebiliriz. Ayrıca kökü kazınmış ağaçlar, kuruyan verimsiz topraklar ve bir lokma et için insanların birbirlerini satar/boğazlar hale gelmesi, dahası bunun halkta bir yaşam biçimine dönüşmesi gibi sahneler bariz biçimde günümüze de gönderme yapan kapitalist toplum eleştirisi olarak okunabilir. Açgözlülüğümüz ile dünyayı bir kez mahvetmiştik, ikincisi o kadar da uzak bir ihtimal değil…
Oyunculuklarda ise Russell Crowe fiziksel olarak ve yönetmenin arzu ettiği ruh haliyle Nuh’a oturmuş bir isim diyebiliriz. Karısı Naameh rolünde Jennifer Connelly’nin iki gözü iki çeşme ağladığı sahne ise filmin en gerçekçi anlarından biriydi. Ama kanımca Logan Lerman filmin en iyi genç performansıydı. “Babaya kısmi ihanet” temasıyla kendisinden bekleneni yerine getirdiğini söylemek mümkün.
Toparlamak gerekirse, beklenti çıtasını yükselterek vizyonda bugünden itibaren seyircisiyle buluşan Nuh: Büyük Tufan filmini çarpıcı görselliğini ön plana alarak izleyin, doğayı ve yaratılanı, en azından Yaradan’dan ötürü sevin!