Bir zamanlar, tahta oymacılığıyla uğraşan, hayatın sadece yüzeyinde kalmayıp, hakikatlerini de hissetmeyi beceren yaşlı bir usta yaşarmış. Bu ustanın, her şeyden şikâyet eden bir çırağı varmış. Çırak başına gelen en küçük sıkıntıdan bile şikâyet eder. Hayat onun için sanki sırf kötülüklerden, sıkıntılardan ve mutsuzluklardan ibaretti.
Ustası bir gün çırağı tuz almaya göndermiş. Âdeti olduğu üzere, çırak söylene söylene denilen şeyi yaptı. Döndüğünde: “Şimdi tuzun ne gereği vardı?” gibisinden bir edayla tuzu ustanın önüne koydu.
Usta, ona şimdi bir avuç tuzu bir bardak suya döküp karıştırmasını söyler. Çırak yine suratı asık bir şekilde söyleneni yapar. Usta: “Şimdi de o suyu iç.” diye emreder. Çırak, önce kaşlarını çattı. Bir bardak tuzlu suyu içmesini nasıl isterdi ki ustası? Ama ona olan saygısından, zorlanarak da olsa bardaktan bir yudum alır, almasıyla suyu tükürmesi bir olur.
“Tadı nasıldı?” diye sordu usta.
“Acı!” diye kızgınlıkla cevap verdi çırak.
Usta, anlamlı anlamlı gülümseyerek çırağı bu defa köyün kenarındaki tatlı su gölünün kıyısına götürür. Çırağına aynı şeyi burada yapmasını, bir avuç tuzu göle atmasını, sonra da gölden su içmesini söyler.
Çırak söyleneni yapar, tuzu göle atıp gölün tatlı suyundan kana kana içer. Çırak, ağzının kenarından akan suyu eliyle silerken ustası sorar:
“Tadı nasıldı?”
“Bal gibi tatlı!” diye karşılık verdi çırak.
“Tuzun tadını alabildin mi?”
“Hayır.”
Bunun üzerine, bilge usta, suyun yanında diz çökmüş olan çırağının yanına oturur ve ona ömrü buyunca unutamayacağı dersi verir:
“Evladım! Hayatımızdaki sıkıntılar tuz gibidir, ne azdır ne de çok. Sıkıntıların miktarı hep aynıdır. Ancak, bu sıkıntıların kişiye ne kadar ıstırap vereceği onun neyin içine konulacağına bağlıdır. Bir sıkıntın, ıstırabın olduğunda yapman gereken şey duygularını genişletmektir. Bardak olmayı bırakıp göl olmaya çalışmaktır. O anda göremesen bile o sıkıntıların sonucundaki güzellikleri görebilmektir.”